İlk Müslüman Olanlara Yapılan İşkenceler

İlk Müslüman Olanlara Yapılan İşkenceler

İslam’ın ilk yıllarında Ebu Talib’e yaptıkları tekliflerden bir netice elde edemeyen ve Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-’den de herhangi bir taviz koparamayan müşrikler, çareyi, yıldırma hareketlerine başvurmakta buldular. İlk zamanlar, kabilesi ve ailesi kalabalık olanlara dokuna­madılar. Çünkü müslümanlar üzerindeki bu zalimane tavır, henüz umumi bir halde değildi.

Bu sırada müşriklerin işkencelerine maruz kalanlar, daha ziyade, kimsesiz fakirlerle, köle ve cariyelerdi. Onlara yapılmadık işkence kalmamıştı adeta…

Hazret-i Habbab -radıyallahu anh-, kor ateşler üzerine yatırılmış, ateş, vücudundan eriyen yağlarla sönene kadar göğsüne bastırı­lıp bekletilmişti.

Habbab -radıyallahu anh-, demirci idi; bazı müşriklerden de alacağı vardı. Alacaklarını istediği zaman kendisine:

“Önce Muhammed’i inkar et, sonra alacağını veririz!” diyorlardı.

O da, fani dünya menfaatini bir kenara bırakarak:

“Ben O’nu asla inkar etmem! Ben O’nunla beraberim!..” diyor, ebedi saadeti tercih ediyordu.

Çektiği bu çilelerden birini kendisi şöyle anlatır:

“Birgün alacağımı istemek üzere as bin Vail’e gitmiştim:

“Muhammed’i inkar etmediğin müddetçe paranı vermeyeceğim.” dedi.

Ben de:

“Sen ölünceye, hatta yeniden dirilinceye kadar Muhammed’i asla inkar etmeyeceğim.” dedim.

“Yani ben şimdi öleceğim, sonra tekrar diriltileceğim öyle mi?” dedi.

Ben:

“Evet.” cevabını verdim.

As bin Vail:

“O halde yeniden diriltildiğimde mallarım olur, o zaman ben de sana borcumu öderim.” dedi.

Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu:

“Ayetlerimizi inkar edeni ve “Bana elbette mal ve evlat verilecektir.” diyeni gördün mü? O (kafir), gaybı mı bildi? Yoksa Rahman (olan Allah) katından bir söz mü aldı? Hayır, asla öyle değil! Biz onun söylediklerini yazacağız ve azabını artırdıkça artıracağız! Bahsettiği (malı ve evladı)nı alacağız da o Biz’e tek olarak gelecektir!” (Meryem Suresi, 77-80)” (Buhari, Tefsir, 19/3; Müslim, Münafikin, 35-36; Tirmizi, Tefsir, 19/3162)

Habbab -radıyallahu anh-’ın sahibesi Ümmü Enmar da ona işkence etmekte diğerlerinden geri kalmaz, ateşte kızdırdığı demirle Hazret-i Habbab’ın başını dağlardı. Habbab -radıyallahu anh-, Peygamber Efendimiz’e gidip Ümmü Enmar’ı şikayet etti. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Allah’ım! Habbab’a yardım et!” diyerek dua edince Ümmü Enmar başından bir derde yakalandı ve köpekler gibi ulumaya başladı. Kendisine başını dağlatmasını tavsiye ettiler. Bunun üzerine Habbab -radıyallahu anh- demiri alır, ateşte kızdırır ve onunla Ümmü Enmar’ın başını dağlardı.

Hazret-i Bilal -radıyallahu anh- da en acımasız işkencelere maruz kalanlardan biriydi. Sahibi Ümeyye bin Halef, Bilal’e akla hayale gel­medik işkenceler yapardı. Onu kızgın kumlara yatırır, üzerine koca koca taşlar koyar, bazen de Mekke sokaklarında sürüklerdi. Bilal-i Habeşi -radıyallahu anh-’ı bir gün bir gece susuz bıraktıktan sonra, kendisine demirden bir gömlek giydirir, şiddetli sıcağın altında kızgın kumlar üzerinde tutar, vücudunun yağı eriyinceye kadar bekletirdi.

Allah Birdir

Müşrikler Bilal -radıyallahu anh-’a her türlü işkenceyi yapmalarına rağmen istedikleri şeyi söyletemezler, o daima:

“Ehad, Ehad, Ehad (Allah bir, Allah bir, Allah bir)!” derdi.

Müslümanlara reva görülenler sadece eziyetten ibaret değildi. Ammar -radıyallahu anh-’ın babası Hazret-i Yasir, müşriklerin söyletmek istedikleri şeyleri söylemedi ve onların ağır işkenceleri altında şehid oldu.

Annesi Hazret-i Sümeyye -radıyallahu anha- da, vahşi işkencelere maruz kaldıktan sonra bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da diğer bir de­veye bağlanarak canavarca parçalandı, feci bir şekilde şehid edildi.

Böylece Yasir ailesi -radıyallahu anhüm- İslam’ın ilk şehidleri oldular.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- birgün, işkence edildikleri sırada bu mübarek aileye rastlamış:

“Sabrediniz ey Yasir ailesi! Sevininiz ey Yasir ailesi! Hiç şüphesiz sizin makamınız cennettir!” buyurmuştu. (Hakim, III, 432, 438)

Hazret-i Ammar -radıyallahu anh- da, nice işkence ve ezalara duçar olmuştu.

Kureyş müşrikleri, birgün Hazret-i Ammar’ı yakaladılar, başını kuyunun içine batırarak:

“Muhammed’e hakaret edip, Lat ve Uzza’yı medhedinceye kadar seni bırakmayacağız!” dediler ve bunu zorla söylettiler.

Allah Rasulü’ne:

“Ya Rasulallah! Ammar kafir olmuş!” diye haber verildi.

Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise:

“Hayır! Ammar, tepeden tırnağa kadar imanla doludur! iman onun etine ve kanına kadar işlemiştir!” buyurdu.

O esnada Ammar -radıyallahu anh- Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Mübarek sahabi ağlıyordu…

alemlerin Efendisi onun gözyaşlarını eliyle silerken:

“Sana ne oldu?” diye sordu.

Ammar -radıyallahu anh-:

“Ya Rasulallah! Beni Sana hakaret ettirmedikçe, putların da Sen’in dininden daha iyi olduğunu söyletmedikçe bırakmadılar!” dedi.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Sen bunları söylerken kalbin nasıldı?” diye sordu.

Ammar:

“Kalbim Allah’a ve Rasulüne imanın ferahlığı içinde, dinime bağlılığım da demirden daha sağlam idi!” dedi.

Bunun üzerine Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir taraftan onun gözyaşlarını silerken diğer taraftan da:

“Ey Ammar! Eğer onlar bir daha bu söylediklerini tekrarlatmak için seni zorlarlarsa, tekrar söyleyiver!” buyuruyordu.

Bu hadise üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

“Kalbi iman ile mutmain olduğu halde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” (Nahl Suresi, 106) (İbn-i Sa’d, III, 249; İbn-i Esir, el-Kamil, II, 67; Heysemi, IX, 295; Vahidi, s. 288-289)

Bu hadise, imana mugayir bir ifadenin, ancak ölüm tehlikesi söz konusu olduğunda söylenebileceğine, bunun dışında ise caiz olmadığına şer’i bir delildir.

İslam düşmanı müşrikler, Hazret-i Suheyb -radıyallahu anh-’ı da bayıltıncaya kadar döverlerdi.

İşkenceden Dolayı Kör Oldu

Zinnire Hatun ise müşrikler tarafından bin bir türlü eza ve cefa gören bir hanım köleydi. Ebu Cehil’in yaptığı işkenceler yüzünden ama olmuştu.

Ebu Cehil:

“Gördün mü? Lat ve Uzza senin gözünü kör etti!” dedi.

Zinnire Hatun:

“Hayır! Vallahi, benim gözümü kör eden onlar değildir. Lat ve Uzza, ne fayda ne de zarar verebilir. Benim Rabbim, gözümü geri vermeye kadirdir!” dedi.

Sabah olduğunda, Allah Teala’nın Zinnire Hatun’un gözlerini iade ettiğini gördüler. (İbn-i Hişam, I, 340-341; İbn-i Esir, el-Kamil, II, 69; Üsdü’l-Gabe, VII, 123)

Müslümanların daha niceleri böyle sıkıntı ve ıztırap içinde idi. amir bin Füheyre, Ebu Fükeyhe, Mikdad bin Amr, Ümmü Übeys, Lübeyne Hatun, Nehdiye Hatun ve kızı gibi Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzide ashabı, akla hayale gelmedik işkencelere maruz kalmıştı. Müşrikler onları, elbisesiz bir halde ayaklarından zincirle bağlayıp sürükleyerek, sıcağın en şiddetli olduğu saatlerde çöle çıkarırlar, üzerlerine büyük kaya parçaları koyarlar, şuurlarını kaybedip ne söylediklerini bilemez hale gelinceye kadar işkencenin her türlüsünü tatbik ederlerdi. Boğazlarını sıkarlar ve öldüklerini zannedinceye kadar bırakmazlardı.

Bu duruma, başta Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- olmak üzere bütün mü’min­ler çok üzülüyorlardı. Ancak o an için ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Yalnız, hali vakti ye­rinde olan iman abidesi Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-, içlerinde Hazret-i Bilal’in de bulunduğu yedi müslüman köleyi sahiplerinden satın alarak azad etmiş, böylece onları amansız işkencelerden kurtarabilmişti.

Fakat müşriklerin işkenceleri her geçen gün daha da artıyor, zayıf ve kimsesiz mü’minlerden sonra Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- ve yanında bulunan Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Osman, Zübeyr bin Avvam, Mus’ab bin Umeyr gibi varlıklı insanlar bile eziyet ve işkenceden nasiplerini alıyorlardı.

Müşrikler, Mekke’nin ayak takımından sefih insanları kışkırtarak Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e saldırtıyorlardı. O’na şairlik, sihirbazlık, kahinlik ve mecnunluk gibi, kendilerinin bile inanmadığı yalan ve iftiralarla eziyet ediyorlardı.

Abdullah bin Amr -radıyallahu anh-’ın bizzat görüp anlattığına göre, birgün Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-, Kabe’nin Hicr kısmında namaz kılarken, Ukbe bin Ebi Muayt geldi, Varlık Nuru Efendimiz’i boğmak için ridasını boynuna dolayarak şiddetle çekmeye başladı. Hazret-i Ebu Bekir yetişerek omzundan tutup onu def etti ve:

“Rabbinizden apaçık delillerle gelmiş bir kimseyi “Rabbim Allah’tır!” dediği için öldürecek misiniz?” dedi. (Buhari, Tefsir, 40)

Yine benzer bir hadiseyi İbn-i Mes’ud -radıyallahu anh- da şöyle nakleder:

“Birgün Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Kabe’nin yanında namaz kılıyordu. Ebu Cehil ve arkadaşları da orada idiler. Bir gün önce bir deve kesilmişti. Ebu Cehil, arkadaşlarına:

“Falan ailenin kestiği devenin işkembesini kim getirip, secdeye gidince Muhammed’in omuzlarına koyacak?” dedi.

Oradakilerin en bedbahtı fırlayıp işkembeyi kaptığı gibi, Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- secdeye kapandığında O’nun mübarek omuzlarının üzerine bıraktı. Buna hepsi kahkahalarla güldüler, (keyiflerinden) birbirlerinin üzerine yıkılmaya başladılar. Ben (biraz uzaklarında) ayakta durmuş onlara bakıyordum. Eğer beni koruyacak kimsem olsaydı, onu hemen sırtından atardım. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- secdede idi, başını kaldırmıyordu. Derken biri gidip Hazret-i Fatıma’ya haber verdi. O, henüz küçük bir kızcağızdı. Gelip işkembeyi muhterem babasının sırtından yere attı. Sonra onlara dönüp ağır sözler söyledi. Müşrikler, Fatıma -radıyallahu anha-’ya hiçbir karşılık veremediler. Varlık Nuru namazını tamamlayınca sesini yükselterek:

“Allah’ım! Kureyş’i Sana havale ediyorum!” dedi ve bunu üç kere tekrarladı.

Müşrikler, Rasul-i Ekrem Efendimiz’in bu duasını işitince bir anda gülemez hale geldiler. O’nun duasından dolayı içlerini bir korku kapladı. (Zira onlar, Allah Rasulü’nün dualarının aynen tahakkuk ettiğini pek çok defa tecrübe etmişlerdi.) Daha sonra Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Ey Allah’ım! Ebu Cehl’i, Utbe’yi, Şeybe’yi, Velid’i, Ümeyye bin Halef’i, Utbe bin Ebi Muayt’ı Sana havale ediyorum.” diyerek İslam düşmanlarını ismen ve tek tek saydı.

Muhammed’i hak üzere gönderen Zat-ı Zü’l-Celal’e yemin ederim ki, Rasulullah’ın zikrettiği bu adamları, Bedir günü hep yerlere serilmiş gördüm. Daha sonra da Bedir kuyusuna sürüklenip atıldılar.” (Buhari, Salat 109, Cihad 98, Cizye 21; Müslim, Cihad 107)

Dininden Asla Taviz Vermedi

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-, maruz kaldığı bütün bu zalimane tavırlara rağmen, tevhid davasında müşriklerle hiçbir surette uzlaşmaya yanaşmadı; di­ninden asla taviz vermedi. Üstelik ashab-ı kirama soruyordu:

“İçinizden kim gidip Kabe’de müşriklere Kur’an okur?”

Bu teklife can ü gönülden “Ben, ya Rasulallah!” diyen Abdullah bin Mes’ud, Kabe’de müşriklere Kur’an-ı Kerim okumuş ve bu yüzden o nasipsiz zalimler tarafından feci bir şekilde dövülmüştü.

Arkadaşları:

“Zaten biz senin bu akıbete uğramandan korkuyorduk!” dediler.

Abdullah bin Mes’ud ise:

“Şu anda benim nazarımda onlardan daha hafif ve zayıf durumda olan hiç kimse yoktur! İsterseniz ben yarın da gider, onlara tekrar Kur’an dinletebilirim!” dedi.

Arkadaşları:

“Hayır! Onlara hoşlanmadıkları şeyi dinlettin. Sana bu kadarı yeter!” dediler. (İbn-i Hişam, I 336-337)

Ebu Cehil, ne zaman zengin ve güçlü bir kimsenin müslüman olduğunu işitse hemen varıp ona hakaret eder:

“Sen babanın dinini bıraktın ha! Halbuki, o senden daha hayırlı idi. Demek sen onun fikrini hiçe saydın, şerefini düşürdün, öyle mi?! And olsun ki biz de senin görüşüne değer vermeyeceğiz ve onun yanlışlığını ortaya koyacağız. itibarını yok edeceğiz.” diyerek tehditlerde bulunurdu.

Eğer müslüman olan kişi, ticaretle uğraşan biri ise ona:

“Vallahi, senin ticaretini kesada uğratacağız, servetini batıracağız.” derdi. Müslüman olan zayıf ve fakir bir kimse ise onu döver, aldatıcı sözlerle kandırmaya ve İslam’dan döndürmeye çalışırdı.

Bir defasında İbn-i Abbas -radıyallahu anh-’a:

“Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ve ashabı, müşriklerden, dinlerini bırakmak için mazur sayılacak derecede işkence görürler miydi?” diye sorulmuştu.

“Evet, vallahi müşrikler onlardan yakaladıkları birisini o kadar döver, aç ve susuz bırakarak öyle işkence ederlerdi ki, dayağın şiddetinden oturamaz hale gelir, ona istedikleri her şeyi söyletirlerdi. Kendisine:

“Allah’tan başka, Lat ve Uzza da ilah mıdır?” diye sorarlar, o da:

“Evet!” derdi.

Hatta yanlarından geçmekte olan Cual böceğini gösterip:

“Şu Cual de, Allah’tan başka ilah mıdır?” diye sorarlar, o da yapılan ağır işkenceden kurtulabilmek için:

“Evet!” derdi.

Ayılıp aklı başına geldiği zaman ise tevhide dönerdi.” dedi. (İbn-i Hişam, I, 339-343; İbn-i Sa’d, III, 233; İbn-i Kesir, el-Bidaye, III, 108)

Bütün bu zulüm sahnelerini -naklettiklerimiz ve nakledemediklerimizle birlikte- tefekkür edip “İslam” nimetinin binlerce insanın nice eziyetlere katlanması sayesinde bizlere kadar ulaşabildiğini ve bu yolda asla taviz verilmediğini anlamalı, onun kıymetini iyi takdir etmeliyiz.

Allah Teala dileseydi İslam’ın gelişip intişar etmesini kolaylaştırabilir ve bu uğurda müslümanlara hiçbir meşakkat çektirmeyebilirdi. Lakin o zaman bu yola baş koyanların samimiyeti ortaya çıkmaz, bu husustaki sebat, gayret, azim ve fedakarlıkları sabit olmazdı. Elbette o vakit, mü’min ile münafık, sadık ile yalancı birbirinden fark edilemezdi.

Allah Teala, ayet-i kerimelerde şöyle buyurur:

“Elif. Lam. Mim. İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece “iman ettik” demeleriyle bırakıverileceklerini mi sandılar? And olsun ki Biz, onlardan evvelkileri de imtihan ettik. Elbette Allah, sadakatte bulunanları da yalancı olanları da ortaya çıkaracaktır.” (Ankebut Suresi, 1-3)

“Yoksa Allah, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran, 142)

“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberindeki iman edenler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara Suresi, 214)

Tevhid mücadelesi yolunda çetin imtihanlarla karşılaşmak, sünnetullah icabıdır. Bütün peygamberler ve sadık kullar, hep meşakkat çekmiş, eziyete maruz kalmış, hatta bir kısmı da bu uğurda şehid edilmiştir. Bu sebeple bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizliğe kapılması doğru değildir. Bilakis mü’minler, Allah’ın emrini gerçekleştirme hususunda zarar ve musibetlere ne kadar çok tahammül gösterirlerse, Allah’ın rızasına ve muvaffakıyyete o nisbette çabuk nail olacaklarını bilmelidirler.

Habbab bin Eret -radıyallahu anh-, müslümanların altıncısıdır. Müşrikler tarafından ağır işkencelere tabi tutulmuş cefakar müslümanlardandır. Gördüğü işkencelerin izlerini vefat edinceye kadar sırtında taşıdı. Kendisi Medine’ye hicret ettikten sonra Bedir’den itibaren bütün savaşlara katıldı. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’den 32 hadis-i şerif rivayet etti. Yetmiş küsur yaşlarında iken hicri 37 / miladi 657 senesinde Kufe’de vefat etti.

Bkz. İbn-i Esir, Üsdü’l-Gabe, II, 115.

Bilal bin Rebah -radıyallahu anh-, Habeş asıllı olduğu için Bilal-i Habeşi diye meşhur olmuştur. Mekke’de müslüman olduğunu açıkça söyleyen ilk yedi kişiden biriydi. Annesi Hamame de müslümandı. Bu sebeple her ikisi de İslam’ın ilk yıllarında kafirlerden çok eziyet gördüler. Hicretin birinci yılında ilk ezanı okumasıyla tanınan Bilal-i Habeşi -radıyallahu anh-, hazarda ve seferde devamlı surette Peygamber Efendimiz’in müezzinliğini yaptı.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte bütün gazvelere katıldı. Mekke’nin fethedildiği gün, Kabe’nin damına çıkarak fetih ezanını okudu. Allah Rasulü’nün abdest suyunu hazırlar, şahsi hizmetlerini görür, savaşlarda geceleyin O’nu korur, diğer devlet işlerinin yapılmasında yardım ederdi. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- vefat ettikten sonra bir daha ezan okuyamadı. Hazret-i Ömer’in hilafeti zamanında Medine’den ayrılarak Suriye’de bazı savaşlara katıldı.

Orada müslümanlar Bilal -radıyallahu anh-’ın ezan okuması için halifenin tavassutunu istediler. Hazret-i Ömer’in isteği üzerine Bilal bir defa ezan okudu. (Zehebi, Siyer, I, 357) Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-’in zamanını hatırlayan müslümanlar gözyaşlarına boğuldular. Bilal-i Habeşi -radıyallahu anh-, Peygamber Efendimiz’den kırk dört hadis-i şerif rivayet etmiştir. Bu Rasulullah aşığı, altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefat etti.

Vefatı esnasında:

“Yarın inşaallah sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed -aleyhissalatü vesselam-’a ve arkadaşlarına kavuşacağım.” dedi.

Bunun üzerine hanımı:

“Vah başıma gelenlere!” diye ağlamaya başladı.

Gönlü hasretle dolu Peygamber aşığı Bilal -radıyallahu anh- da:

“ah ne güzel, ne hoş!” diyordu. (Zehebi, Siyer, I, 359)

Bkz. Ahmed, I, 404; İbn-i Sa’d, III, 233; Belazuri, I, 186.

Yasir bin Amir -radıyallahu anh-, Yemen’den gelip Mekke’ye yerleşmiş ve Ebu Huzeyfe’nin kölesi Sümeyye Hatun’la evlenerek ondan Ammar ve Abdullah isminde iki oğlu dünyaya gelmiştir. (İbn-i Sa’d, IV,136, VIII, 264) Yasir ailesi topluca müslüman olmuşlar, dinlerinden döndürülmek için işkencelere maruz kalmışlardır.

Bkz. İbn-i Hacer, el-İsabe, III, 648; Zemahşeri, III, 164.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem-: “Cennet üç kişiye; Ali, Ammar ve Selman’a kavuşmayı arzu eder.”, “Ammar, daima kendisine arz edilen şeyin en doğrusunu seçer.” buyurarak bu güzide sahabisinin faziletini beyan etmiştir. (Tirmizi, Menakıb, 32, 34; İbn-i Mace, Mukaddime, 11)

Suheyb bin Sinan -radıyallahu anh-, Suheyb-i Rumi diye meşhur olmuştur. Çocuk yaşta, önce Rumlara sonra da Araplara esir düştü. Mekke’de İbn-i Ced’an’ın müttefiği olarak bulunurken Ammar bin Yasir -radıyallahu anh-’tan İslam’ı öğrenip hemen müslüman oldu. Bütün mal varlığını müşriklere vererek bin bir zahmetle Medine’ye hicret etti. Hakkında:

“İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, Allah rızası uğrunda kendilerini satarlar. Allah kullarına çok şefkatlidir.” Bakara Suresi, 207) ayeti nazil oldu.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- onu görünce:

“Ebu Yahya! Çok kazançlı ve bereketli bir alışveriş yaptın!” buyurdu. (Hakim, III, 450-452)

Ok atmada büyük bir maharet sahibi olan Suheyb -radıyallahu anh-, Hazret-i Peygamber’in maiyyetinde bütün savaşlara katıldı. Orta boylu, kırmızı tenli, çok cömert bir insandı. Bütün ömrünü İslam uğrunda büyük fedakarlıklarla geçirmiş olan Suheyb-i Rumi -radıyallahu anh-, hicretin 38. yılında 73 yaşında iken vefat etmiş ve Medine’deki Baki’ Kabristanı’na defnolunmuştur.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş

Yorum gönder