Müşriklerin Peygamber Efendimize Suikast Planı
Müşriklerin Peygamber Efendimize Suikast Planı
Ne yapacaklarını uzun uzun tartıştılar. Peygamber Efendimiz’i yakalayıp hapsetmek veya Mekke’den sürüp çıkarmak gibi birçok teklifler ileri sürüldü. Tekliflerin hepsine şeytan karşı çıktı. Sonunda en rezil bir kararda fikir birliğine vardılar:
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’i öldürmek!..
Bu teklifi, devrinin Firavun’u olan Ebu Cehil şöyle dile getirmişti:
“–Her kabileden birer silahlı genç bulalım. Gençlerin hepsi O’na bir anda saldırsınlar. Hep birlikte vurup öldürsünler. Böylece O’ndan kurtulalım, rahata kavuşalım! Delikanlılar bu şekilde yapınca, O’nun kanı bütün kabilelere dağılmış olur! Abdi Menaf Oğulları ise, bütün kabilelerle savaşmaya güç yetiremezler, diyet almaya razı olurlar. Biz de, Abdi Menaf Oğulları’na O’nun diyetini öderiz!” dedi.
Necidli bir ihtiyar kılığındaki şeytan -lanetullahi aleyh-:
“-İşte en yerinde söz, bu adamın sözüdür! Bundan daha makul bir teklif olamaz!” dedi. (İbn-i Hişam, II, 93-95)
Bu karar alındığı sırada Peygamberimiz, Mekke’de adeta yapayalnız kalmıştı. O, ümmetine düşkün bir Peygamber olarak önce onları göndermiş, kendisi de Muhacirler’in gerisini kollamak gibi bir hareketi tercih etmişti. Zaten murad-ı ilahi de böyleydi. Hatta mukaddes yolculukta biricik yoldaşı olacak olan Ebu Bekir -radıyallahu anh-, hicret için kendisinden izin istediğinde:
“–Sabret!” buyurmuş ve ilave etmişti:
“–Belki Allah sana hayırlı bir yol arkadaşı verir!” (İbn-i Hişam, II, 92)
Buna çok sevinen Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh-, hicrete hazırlık olmak üzere sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, evinde dört ay itina ile besledi. (Buhari, Menakıbu’l-Ensar, 45)
Müşrikler, almış oldukları kararı tatbik için harekete geçtiklerinde, Peygamberimizde hicret için emr-i ilahiyi almıştı:
“(Rasulüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsra, 80)
Bu ayet-i kerimeden başka, Cebrail -aleyhisselam- da müşriklerin kurdukları hileleri Hazret-i Peygamber’e bildirmiş ve:
“–Bu gece yatağına yatmayacaksın!” demişti. (İbn-i Hişam, II, 95)
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, gündüzün herkesin istirahat ettiği öğle sıcağında Ebu Bekir -radıyallahu anh-’ın yanına gidip hicret emrinin geldiğini bildirdi.
Hazret-i Ebu Bekir -radıyallahu anh- sordu:
“–Beraber miyiz ey Allah’ın Rasulü!”
Peygamberimiz :
“–Evet, beraberiz!” buyurdular.
Hazret-i Ebu Bekir bu cevaptan öyle memnun ve mesrur oldu ki, göz pınarlarından taşan sevinç damlaları, O’nun gönül alemini en güzel bir şekilde aksettiriyordu.
Daha sonra Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali’yi çağırarak hicreti haber verdi ve üzerinde bulunan emanetleri yerlerine teslim etmesi için O’nu vekil bıraktı. Çünkü Mekke’de, kıymetli bir eşyası olup da, sıdkını ve eminliğini bildikleri için, onu Rasulullah’a emanet etmeyen kimse yoktu.
Müşriklerin planlarına tedbir olarak da şöyle buyurdu:
“–Ya Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da üstüne ört; korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isabet etmeyecektir!” (İbn-i Hişam, II, 95, 98)
Peygamber Efendimiz, hırkasını Hazret-i Ali’nin üzerine örttürmesi, aynı zamanda eşya ile teberrüke bir misal teşkil eder. Bunun benzeri misaller çoktur.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-, Veysel Karani’ye de hırkasını göndermiş ve:
“Bunu sırtına giysin, ümmetime dua etsin!” buyurmuştur. (Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya, s. 21)
Burada dikkat çeken diğer bir husus da Hazret-i Ali (R.A.) Peygamberimize olan teslimiyetidir. Zaten sahabe-i kiram hazaratı, Allah Rasulü’nün emirlerine teslimiyette asla tereddüt göstermezler, O’nun söz ve fiillerine tabi olmakta kesinlikle ihmalkar davranmazlardı. Hiçbir zaman neden ve niçin diye sormazlar, verilen emir ne ise derhal onu yerine getirirlerdi. Sünnetlerinden hiçbirini terk etmemeye, hepsiyle istisnasız amel etmeye gayret eder, O’nun yolunu terk ettiklerinde dalalete düşeceklerini çok iyi bilir ve bundan korkarlardı. Ashabın Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı, gölgenin sahibine bağlılığı gibiydi.
Hazret-i Ali -kerremallahu vecheh- şöyle anlatıyor:
“Peygamber Efendimiz Mekke’den hicret edeceği zaman beraber Kabe’ye gittik. Kainatın Efendisi bana:
-Otur! buyurdu.
Omzuma basıp Kabe’ye çıkmak istedi. Birden gücüm kuvvetim gitti! Fahr-i alem Efendimiz benim kuvvetten düştüğümü görünce, hemen omzumdan indi. Kendisi yere çökerek:
-Bas omuzlarıma! buyurdu.
Omuzlarına bastım. Bana birden öyle bir güç kuvvet geldi ki, istesem semanın ufuklarına ulaşabileceğimi hissettim! Nihayet, Beytullah’ın üstüne çıktım. Orada tunçtan veya bakırdan bir put vardı. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana:
-Onu aşağı at ey Ali! buyurdu.
Aşağı atar atmaz o, sırça bir çanak gibi kırılıverdi!
Hemen Kabe’nin üzerinden indim. Herhangi bir kimse ile karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştık.” (Ahmed, I, 84; Hakim, III, 6/4265)
Hicret gecesi, Peygamber Efendimiz, daha hane-i saadetlerinden çıkmadan müşrikler evin etrafını sarmışlardı. Fakat Allah’a tevekkül ve teslimiyeti sonsuz olan Hazreti Muhammed (S.A.V.)’de hiçbir tereddüd, endişe ve telaş emaresi görülmüyordu. Peygamberimiz, mübarek ellerine bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine serpti ve Yasin Suresi’nin şu ayet-i kerimelerini okuyarak aralarından süzülüp geçti:
“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar. (Ayrıca) önlerinden ve arkalarından birer set çektik de onları sardık; artık göremezler!” (Ya-sîn, 8-9)
Göremezlerdi elbette! Çünkü onların kalplerinin körlüğü gözlerini ama etmişti. Aralarından geçen ise, Fahr-i Kainat, alemlerin Efendisi, Varlık Nûru -aleyhissalatü vesselam- idi. Tabiî ki, kör kalplerin ve gözlerin Nûr’u görmesine imkan yoktu. Nitekim görmediler de!..
Bir kimse müşriklerin yanına gelip onlara:
“-Siz burada neyi bekliyorsunuz?” diye sordu.
Onlar:
“-Muhammed’i bekliyoruz!” dediler.
Bunun üzerine o şahıs:
“–Allah sizi umduğunuza erdirmesin! Vallahi Muhammed çıkmış ve başınıza toprak saçıp gitmiş!” dedi.
Müşrikler ellerini başlarının üzerine sürdüklerinde, toprak içinde kaldıklarını gördüler. Hemen içeriye baktılar. Peygamber Efendimiz’in döşeğinde birisinin uyumakta olduğunu gördüler:
“-İşte Muhammed! Örtüsüne bürünmüş uyuyor!” dediler.
Hemen yatağa doğru yürüdüler. Yataktaki zat doğrulup onlara bakınca müşrikler şaşkınlıktan donakaldılar, gözlerine inanamadılar! Zîra karşılarındaki Allah’ın Rasûlü değil, Hazret-i Ali idi!
Kendi kendilerine:
“-Vallahi, adamın bize söylediği doğru imiş!” dediler.
Kureyş müşrikleri, Hazret-i Ali -radıyallahu anh-’a öfkeyle:
“-Amcanın oğlu nerede ey Ali!?” diye bağırdılar.
Hazret-i Ali -radıyallahu anh-:
“-Bilmiyorum, bu hususta bir fikrim yok! Hem O’nun üzerinde gözcü de değilim! Siz O’na Mekke’den çıkıp gitmesini söylediniz! “Bizden ayrıl, git!” dediniz. O da çıkıp gitti.” dedi.
Bunun üzerine müşrikler Hazret-i Ali’yi azarladılar ve tartakladılar; hatta Mescid-i Haram’a götürüp bir süre hapsettikten sonra bıraktılar. (İbn-i Hişam, II, 96; Ahmed, I, 348; Ya’kubi, II, 39)
Kalpleri kilitli ve hakikate ama olan bedbahtlar, hane-i saadetin etrafında çirkin bir niyetle beklerlerken, Peygamber Efendimiz, ilahi emniyet içinde, çoktan Ebu Bekir -radıyallahu anh-’ın evine varmıştı. Çünkü müşriklerin bir planı vardı, ama Allah’ın da bir planı vardı ki, onun dışında geçerli olabilecek hiçbir hüküm yoktu. Bu hususu Cenab-ı Hak şöyle bildirir:
“(Ey Rasulüm!) Kafirler Sen’i tutup bağlamak veya öldürmek yahud Sen’i (yurdundan) çıkarmak için Sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (Sana) tuzak kurarlarken, Allah da (onlara) mekir (tuzak) kuruyordu. Çünkü Allah, mekir (tuzak) kuranların en hayırlısıdır.” (el-Enfal, 30)
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ
Yorum gönder